"Ago Paşa" isimli bir papağan, başından geçenleri şöyle anlatıyor.
Refik Halid
Bir zamanlar bir kuşçu dükkânında tâlim ve terbiye gördüm. Karşımızdaki bahçenin adına (Millet Bahçesi) derlerdi... Bunu, gelip - geçenlerden işite işite ezberledim; iki de bir:
- Millet Bahçesine gidelim! diye lüzumlu lüzumsuz haykırırdım. Bilmem ne oldu ki, bir gün dükkâna iki polis girdi; beni göstererek sahibime hiddetli şiddetli emirler verdiler. Zavallı dükkâncı:
"- Kuş'tur, aklı ermez; ne söylerlerse onu tekrar eder! diye itirazlar etti; ve onlar gider gitmez yanıma koştu;
- Allah belânı versin! diye haykırdı, beni sürdürecek misin? Bir daha Millet kelimesini ağzına alırsan dilini koparırım, anladın mı? Orasının adı bundan sonra (Belediye Bahçesi), söyle bakayım tekrar et!.
Beni bir konağa verdiler. Yeni bir derse başlamıştık:
- Yaşasın hürriyet! Bu ne demekti, kuş kafamla bunu idrak edemezdim. Fakat bakıyordum, konakta da kimsenin henüz anladığı yoktu. Neyse, benim vazifem bilir - bilmez, anlar - anlamaz herkes gibi:
- Yaşasın hürriyet! diye bağırmaktan ibaretti. Haftasını geçmemişti; konağın balkonundan caddeden geçen halka her zaman olduğu gibi:
- Yaşasın hürriyet! diye haykırıyor, birçok takdirlere nail oluyordum. Bir akşam; kendiliğimden, sokaktaki nümayişçilerden koparak:
- Yaşasın Niyazi! Yaşasın Enver! diye bağırınca, zavallı efendimin sevincinden (!) üzerine bir fenalık geldi, biraz ayılınca:
- Sabahtan tezi yok, hemen Ago Paşayı İttihad ve Terakki merkez-i umumisine hibe ediyorum, bana yine selâmet kapısı açıldı! diye söyleniyordu. Nitekim öyle de oldu. Hürriyet beni de girdiğim konaktan seneler sonra çıkardı, beni de refah ve sükundan ayırarak macera ve hâdisâta kaptırdı. Ah bu merkez-i umumi!.. Bereket ki, üç gün kaldım. Kaba, hantal, şivesiz bir sürü adam, kafesimin önünde toplanıyorlar:
- Aha! Kuşa da bak, ne hürriyet-perver! Bre kuşlar bile bizi takdir için dile geldiler, ne muvaffakiyet! diye söylenirlerdi. Orada da kapıya devamlı gelen nümayişçi heyetlerden:
- Yaşasın cemiyet! demeyi öğrendim. Koyu bir İttihadcı olmuştum.
Merkez-i umumîden beni, bir nüfuzlu zâtın evine gönderdi-ler.Balkona asılı, devamlı
"- Yaşasın hürriyet! Yaşasın cemiyet! Yaşasın Niyazi! Yaşasın Enver!" diye haykırıyor, başıma yüzlerce adam topluyordum, yine sahibimin keyfi yerinde idi:
- Verin Ago Paşa'ya Şamfıstığı! diyor, beni takdirlere gark ediyordu. Bu minval üzere yedi ay geçti, geçmedi; bir sabah, ben balkonda lâtif bir mart güneşine karşı:
- Yaşasın îttihad ve Terakki! diye gırtlağımı yırtarcasına haykırırken odaya Efendim pür-telaş girdi:
- Susturun şu kuşu, şu mel'un kuşu, beni öldürtecek, evimi yağma ettirecek! diye bağırdı. Hemen koştular, kafesimi balkondan aldılar, en alt kata indirdiler, üzerime de demir kapıyı kapadılar. Zifiri bir karanlık.. Acaba ne olmuştu, ne yapmıştım; suçum, günahım neydi, bilmiyordum. Sonra anladım ki, "Yaşasın hürriyet!" modası geçmişti.
Beni tekrar kuşbaza verdiler. O akşam yeni bir derse başladık. Bu dersi, bu yeni parolayı da zabtetmiştim; kuşçunun dükkânından, dışarıda havaya silâh sıkan âsi askerlere hitaben ben de onlar gibi haykırıyordum. Bu sefer de neferler karşıma geçip:
- Kuşa bak, dili bize uygun! diye şaşıyorlardı. Bir sabah övülmek, mükâfatlanmak ümidi ile:
- Yaşasın..! der demez, kuşbazım koştu:
- Sus bre münasebetsiz kuş! Beni mürteci diye astıracak mısın? Çeneni tut, yoksa gaganı koparırım! diye üzerime yürüdü. Derhal sustum, içimden:
- Allah Allah diyordum, bu ne kararsızlık, ne döneklik, devamlı dil değiştirip duruyoruz; bir takdir, bir tevbih göre göre anamdan emdiğim süt burnumdan geldi!
Dükkâncı ertesi gün, top sesleri arasında bana yeni dersimi takrir etti:
- Yaşasın Mahmut Şevket Paşa! diye hep haykırıyor, kanat çırpıp âzami hürriyet-perver heyecan ve neşesini gösteriyordum. Bu gayretim sayesinde nihayet Yıldız yağmacılarından ve Hareket Ordusu erkânından birine satıldık, rahata konduk. İri bir gramafonları vardı, çalına çalına ben de:
- Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket Ordusu! türküsünü ezberlemiştim; yeni sahiblerimin takdirleri arasında daima tekrar eder dururdum. Fakat, ne kadar da olsa ser'de kuşluk var, bu türkünün arkasından da sokaktan geçen bir satıcının taklidini yapardım:
- Lahana Turşusu! diye bağırırdım.. Binaenaleyh o türkü acaib şekle girdi:
- Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket Ordusu! Lahana Turşusu! İşte bu münasebetsizliğimin cezasını çektim, gayet mutaassıb bir İttihadcı Zabit olan ve bizzat Hareket Ordusunun başında bulunup o sayede Yıldız mücevheratının başına konan efendim, bu alaylı türküyü işitince:
- Vay müstebid, muhalif, mürteci kuş seni! deyip de tabancısını çekmesin ve üzerime silâhını boşaltmasın mı? Bereket ki, toplayıcı olduğu kadar atıcı değilmiş, ancak iki metre ötedeki bir çalınmış vazoya isabet ettirebildi. Hemen beni gözünün önünden kaldırdılar.
Artık ben, İttihadçıların nazarında, bir muhalif, bir mürteci sayılıyordum...
Şayet Hürriyet ve İtilâf erkânından birisi, kendilerine mensubiyetimi duyup, derhal beni satın almasaydı; bulunduğum evde açlıktan helak olmam muhakkaktı. Yeni sahibim, her akşam kafesimin başına gelir, bana:
- Haydi Ago Paşa, şu "Kimdir onlar? türküsünü çağır bakalım! derdi. Derhal terennüme başlardım; adamcağız keyfinden bayılırdı; meğerse Hareket Ordusu girdiği zaman onu da zindanlara sokmuşlar, divân-ı harblere sürüklemişlerdi. Şimdi bana bu tezyifkâr türküyü söyleterek hıncım çıkarıyordu. O esnada Arnavutluk vak'ası olmuş; Büyük kabine, Bâbıâliye oturmuştu. Binaenaleyh işim gücüm, artık:
- Yaşasın Kâmil Paşa! diye haykırmak olmuştu. Muhalif efendim. Bu âvâzemden o derece memnun oldu ki, ortasında mor bir yeni dünya sallanan yepyeni bir sarı kafes aldı; ayçiçeğini de şamfıstığı ile değiştirdi. O günlerde bir vilâyete tayin olunmak üzere bulunuyordu, neşesine pâyan yoktu. Fakat bir sabah, her şeyden habersiz salonda ben:
- Yaşasın Kâmil Paşa! Diye haykırırken ne olsa beğenirsiniz? Efendim, yanıma her tarafı tir tir titreyerek, sapsarı, sakalı bıyığı karışmış bir hâlde girdi:
- Sus budala kuş! Beni tekrar divân-ı harblere mi sürükleyeceksin? Diye bağırdı. Ah! Kendiliğimden dilim olsa da ona şöyle çıkışsaydım:
"Behey adam, sizin hiçbir işte sebatınız yok mudur? Daha dün söyle; diye yalvarıyordun, bugün (sus!) diye haykırıyorsun... Ben ne diyeceğimi şaşırdım, sen de ne yapacağını bilmiyorsun! Budala, ahmak, dönek, münasebetsiz hep sensin, sizsiniz bütün insanlar!
Muhalif değil mi? Ondan pervam yoktu, ne vurabilir, ne dövebilirdi.. İnadıma haykırdım:
-Yaşasın Kâmil Paşa! Biçare adam munis bir sesle şöyle söyledi:
- Yavrum, ille (yaşasın) diye bağırmak istiyorsan bari bir kârlısını bağır, (yaşasın Mahmut Şevket Paşa!) de.. Zira yine o geldi, hem de sadrazam olarak... Onun bu kadar çabuk dönüp geleceğini ben nereden tahmin edebilirdim. Bir zaman da tekrar (Yaşasın Şevket Paşa!) lara devam ettim. Bir akşam yine öyle bağırıyordum, efendim ağzı kulaklarında içeri girdi:
- Ago Paşa, senin duan makbul olmadı. Şevket Paşayı vurdular! Dedi. Ben açıkgözlülük yapmak istedim:
- Yaşasın Kâmil Paşa! Diye bağırdım, hoş düştü amma bu gevezeliğim ertesi günü bizim efendinin Bekir Ağa bölüğüne tıkılmasını, sonra da Sinop'a gönderilmesini icabettirdi. Komşulardan bir İttihadçı, bire bin katarak ve "Efendi ile kuş tâ be sabah şenlik yaptılar!" diyerek bizi divân-ı harbe ihbar etmişti.
İşte bu tarihten itibaren artık rahat yüzü görmedim. Filvaki tekrar bir İttihadçı evine satılmıştım, bol gıda alıyordum; lâkin hemen hemen her tarafta yeni bir (Yaşasın!) öğrenmeğe mecburdum; zira Harb-i Umumi patlamıştı:
- Yaşasın harp! Dedim. Derken Alman muzafferiyetleri şüyu' buldu.
- Yaşasın Hindenburg! Demeyi belledim. Arkasından Enver Paşayı medh icab etti:
- Yaşasın Enver Paşa! Diye haykırdım. Kanal seferleri çıktı, arasıra:
- Yaşasın Cemal Paşa! Diye bir bağırmak lâzım geldi. Daha sonra mağlubiyetlere sıra geldi.
- Yaşasın zafer-i nihâi! Avâzesiyle milleti teselli ve teheyyüç iktiza ediyordu. Haykırmaktan gırtlağım iltihablanmıştı. Üstelik bir de: Asker olacağım ben!...
Türküsünü öğrenmek mecburiyetinde kalmayayım mı? Daha kötüsü, yeni Efendimizin bir zübbe kızı vardı, Türkçe şiirlere meraklıydı, tutup da bana Mehmet Emin Beyin asarından ve tatsız, şivesiz, bir takım manzumeler ezberletmeye kalkışmasın mı? Kendi kendime:
- Ah, diyordum; neymiş o otuz üç senelik mes'ud devir! Yalnız bir cümle öğrenmiştim (yaşasın!)... Fakat ne becerikli, ne feyizli, ne hassalıymış! Bakıyorum şimdi her yeni (yaşasın); memleketin birkaç vilâyetine, birkaç milyon ahâlisine oluyor. Fakat derdini kime anlatırsın?.. Ben ahvâlin fenalığını şu papağan aklımla kafesimin ardından görüyordum da, sizler gezip tozmakta hür olduğunuz halde insan zekâsayıla bir adım ilerisini seçemiyor, sezemiyordunuz... Artık memlekette ne Şamfıstığı, ne Arabistan fıstığı kalmıştı; ayçiçeği tohumu bile nadirâttandı. însanlar ekmek diye süpürge tohumu, saman, toprak yerken; benim fıstık istemekliğim münasebetsiz olmaz mıydı? Binaenaleyh ne bulursam yutmağa mecbur kalıyordum; zayıflamış, sersemleşmiş, neşesizleşmiştim:
- Yaşasın zafer-i nihâi! Diye haykırıyordun! amma, doğrusu içimden:
- Yaşasın sulh! Demeği arzu ediyordum. Galiba bütün millet de benim gibi düşünüyordu.. Sulh, beni Amerikan fıstığına kavuşturacaktı, nasıl istemezdim? Darı ve mısır yemekten bağırsaklarım kurumuştu... Tam o arada talih imdadıma yetişti, bir harp zenginine, iki çuval şeker mukabilinde satıldık! Baktım ki harp, gayet iyi bir şeymiş.. O ne bolluk, o ne israf, o ne hayattı? Asıl şimdi, hem de can u gönülden:
- Yaşasın harp! Diye haykırıyordum; harbin faydalarını bizzat görmüş, nimetlerine garkolmuştum. Zira kim bilir nerelerden, ne bahasına bana her cins fıstık celbolunuyor; önüme kutu kutu şekerlemeler serpiliyordu. Yedikçe yedim, şiştikçe şiştim, dilim öyle bir açıldı, öyle bir cuş u huruşa geldim ki:
- Yaşasın Hindenburg! Diye haykırdığım zaman, yedi mahalle avazımdan taciz olurdu; içimden müthiş bir harp taraftarlığı, bir vatanperverlik, bir hamiyet taşıyordu ki, ancak günde yüz kere:
- Yaşasın zafer-i nihâi! Diye bağırmakla kendimi, ateşimi ve heyecanımı teskin edebiliyordum. Aksi gibi bu saadet de uzun sürmedi; bir sabah harp zengini, odama şaşkın bir hâlde girdi:
- Mütâreke oldu, harp bitti, ben de bittim! Diyerek, bir boş şeker çuvalı gibi yere çöktü. Ben bilir miyim, teselli için:
- Yaşasın Enver Paşa! Yaşasın Hindenburg! Diye bağırmağa başladım. Salihim:
- Allah ikisinin de belâsını versin; ne vardı dört yılda mağlub olacak.. Ne âciz, iktidarsız heriflermiş; iki yıl daha dayanamazlar mıydı? Diye söyleniyor, küfürler ediyordu. Beni o hiddetle bir mütekâid Paşaya hediye gönderdiler; adamcağız vaktini entari arkasında, köşe penceresinde gazetesini okumakla geçirirdi; hem de yüksek sesle... Nihayet ben de ezberimden okumağa başladım:
- Hinoğlu hinler! Zırtapozlar! Çanak yalayıcılar! Zannediyordum ki artık (yaşasın) devri hitam buldu; hep böyle atıp tutacaktık.. Meğerse kaderimde yine (yaşasın) diye bağırmak varmış... Geçen yıl satıldığım bu evde, ömrüm bir aralık:
- Yaşasın Kuva-yı Milliye!
Demekle geçti. Sonra sustular, böyle bağırmak yasak olmuştu. Altı aydan beri tekrar müsaade edildi. Binaenaleyh şimdi son nakaratım bu... İnşâallah, hayırlısıyle bir de can u yürekten:
- Yaşasın musâlâha! Demeğe muvaffak olurum; ondan sonra ölsem de gam yemem!