"Azıcık"
Azıcık yaşamayı öyle özledim ki... Azıcık uyusam, azıcık yemek yiyip, azıcık yürüsem... Azıcık rahatlayıp, azıcık uzaklaşsam... Azıcık düşünsem... Azıcık düşündüklerimle, azıcık gülümsesem... İş yerime gitsem ve azıcık çalışsam... Azıcık kaytarsam... Yaptığım işleri azıcık yanlış yapsam... Yanlışlarımla azıcık uğraşsam ve azıcık sıkılıp, azıcık daha kaytarsam. Azıcık daha kaytarsam... Azıcık mola versem ve birileriyle azıcık sohbet edip azıcık gevşesem...
Akşam gelse... Evime dönsem. Sevdiğim kapıyı açsa ve ona bugün yaptığım “Azıcık...”lardan bahsetsem. Azıcık gülümsese... Azıcık gülümsesem... Sevdiğime azıcık sarılsam... Azıcık rahatlasam... Azıcık rahatlatsam... Azıcık okusam... Azıcık doysam ve azıcık ısınsam... Azıcık uyumak istesem? I-ıh... Uyumam ki... Yârimi azıcık değil, çok ama çok sevmek isterim. Onunla çok yaşamak isterim. Çokça gülmek, çokça gezmek, çokça izlemek, görmek, dinlemek, yaşamak ve anlamak... Bunlar, sevgiden gelmez mi? “Azıcık”, bize yetmez. Bize en çoğu, çoğun da çoğu lâzım. Saf sevgi ve akılla sarılmak lâzım.
Ama ne zaman?
Yaşamımızı sürdürmek için yaşayageldiğimiz bunca “Azıcık...” varken, çokluğa nasıl kavuşacağız ki? “Biz” diyebilmek için vazgeçmemiz gerekenler neler? Var sayalım ki çokluğa kavuştuk. Peki! Bu çokluğu nasıl sürdüreceğiz?..
Bu hiç bilmediğimiz bir mesele öyle değil mi? Çünkü biz bunu hiçbir zaman öğrenmedik ve bize kimse de öğretmedi. Öğretemezlerdi, zira bunu ne yaşayan var, ne de bilen. Aynı “Bilgelik öğretilmez, kazanılır.” sözü gibi, bu da kazanılan bir erdem olmalı. Tüm zorluklara göğüs gerip bahis konumuzu kazanan, elbette ki yaşadığı çokluğu sürdürmeyi de bilecektir. Gülümseyin biraz. Kazananlar elbette var. Siz ister bilin, ister bilmeyin, kazananlar ve kazandıklarını yaşayanlar var. İşin ilginç yanı belki kazanan sizsiniz; ama bunun farkında değilsiniz?
Durun! O kadar uzun boylu değil. Kuantum benim işim değil. Benim işim “Biliyorum” diyen kişiyle. 2+2=4 ile işim olmaz. Benim işim bildiği ne olursa olsun, “biliyorum” dedikten sonra gülümseyen kişiyle...
Aşka da yaşama da sıkıca sarılmak gerekli; ama hangi araçlarla? “Azıcık”larla olacak iş değil. Kim bilir? Belki “Çokluk” bile yetmeyecek. O zaman azıcıkları da bırakalım, çoklukları da. Aman diyeyim, L'Existentialisme’den bahsettiğimi düşünmeyiniz ne olur. Şayet düşünecek olursanız vallahi çok üzülürüm. Zira an, geçmişten ve gelecekten ayrıdır ya da değildirlerle uğraşacak olursak dolmuşu çoktan kaçırırız.
Yarın gelecek. Yarın, bizim için gelecek. Güneş bizim için doğmayacak; ama biz güneşin doğduğunu göreceğiz. Bu doğuş ne azıcık olacak, ne de çok. Zira bu hayatın kendisi, parçası değil...
Kim bilir, belki de bazılarınız Aristo’nun “Organon”una atıflarımı yakalamışsınızdır. Aristo’nun kategorileri ile şekillenen batı düşüncesi yaşamımıza öyle bir girmiş ki, ışığın nereden yükseldiğini unutmuşuz. Yaşamımızı keşmekeşe çeviren ve adına “bilim” dediğimiz düaller üzerine kurulu “ya, ya da” ya dur deyiniz artık ve biraz da “hem, hem” demeye başlayınız. Kanıksamayın! Ama deneyin...
Deneyin... Göreceksiniz ki şaşıracaksınız. Sonra belki de şaşakalacaksınız. Nihayetinde de gülümseyeceksiniz, hiç gülümsemediğiniz gibi. Yüzünüzü güneşe dönecek ve gülümseyeceksiniz...