Gelişemeyince
Ya gelişim, ya ölüm! Bu sözü söyleyen, gelmiş geçmiş en büyük pazarlama dahisi Philip Kotler... Kotler’i İstanbul’a geldiğinde bir konferansta izlemiştim. Kotler, geliş ya da öl dışında da çok şey söyledi.
Değişim çağında ayakta kalabilmek için neler yapılması gerektiği konusunda Kotler’den dinlediğim bir tespitini aktaracağım; Kotler, 8 farklı pazarlama modelinden söz ediyor ve bu modelin en iyi temsilcisi firmanın adını veriyor;
1- Kitle pazarlama modeli (Coca-Cola), 2- Sürekli yenilik modeli (Sony), 3- Birebir pazarlama modeli (Fingerhut), 4- Güvene dayalı pazarlama (Fidelity), 5- İtibar pazarlama (Harley Davidson), 6- Düşük maliyet modeli (Southwest Airlines), 7- Komple çözüm modeli (Eli Lily), 8- İyi yurttaş pazarlama modeli (Body Shop).
Ya değişim ya ölüm bir slogan değil. Kimine göre abartı ama Kotler böyle düşünmüyor ve General Electric’in efsane başkanı Jack Welch’in ünlü manifestosunu aktarıyor; Ya değiş ya da öl diyor. Ya lider ol ya da ikinci, aksi halde çek git diyor. Mukayeseli üstünlüğün yoksa, rekabet etme, zaten edemezsin diyor. İş güvenliğini firma değil, müşteri verir diyor. Zira sizin ürününüzden vazgeçen müşteri, patron dahil tüm çalışanları işinden edebilir. Eğer dünyanın en kaliteli ürününü dünyanın en ucuz fiyatına satmayı hedeflemiyorsan, bu oyundan çekil diyor. Müşterilerini elinde tutmak istiyorsan, onlara daha fazlasını daha ucuza nasıl vereceğini düşün diyor.
Ve pazarlamada kavram değişiminin altını çiziyor; kitle pazarlaması geleneksel düşünceydi. Bunun yerini hedef pazarlara odaklanmak aldı. Ancak yeni düşünce, müşteri odaklıdır artık. Nitekim toplam kalite yönetimi de bu amaca odaklı değil mi? Kotler, müşteri veritabanlarının önemine, elektronik pazarlamanın yükselişine dikkat çekiyor.
Peki Kotler, bizim özelimizde bir şeyler söylüyor mu? Bence Türkiye özelinde en işe yarar nasihati, ‘niş işler’ dediğimiz, yeni, rekabetin az olduğu, yaratıcı düşüncenin keşfettiği alanlara işaret etmesi...
Acaba diyorum, müşteri odaklı pazarlama çağında siyasi partiler seçmenlerine bu anlayışla yaklaşamazlar mı?
Daha iyi hizmeti daha az maliyet ve daha hızlı vermenin yollarını arayamazlar mı?
Aslında bunu yapanlarımız var ve onlara haksızlık etmeyelim. İyi örnek dediğimiz bazı uygulamalara baktığımızda Kotler’in sözünü ettiği farklıklaşma için değişimin gereklerini yerine getiren ve bunu uzun soluklu bir yarış olarak görüp, modalara fazla kapılmayan firmalarımızın, krizlerden güçlenerek çıktığını görüyoruz.
Bir de Kotler gibi insanların söylediklerini moda diye alan ve uygulamaya kalkanlar var ki, evlere şenlik!
Bilgi ve iletişim teknolojilerini iş süreçlerine uygulama modası başladığından bu yana, müşteriyi de patron yapma sevdasıyla birleştirenlerimiz çok oldu. Dünyanın parasını ve kaynağını harcadılar. Fakat işler eskisinden fazlaca iyi olmadı. Ne yeni bir rekabet alanı açabildiler ne de mevcut pazarlarını koruyabildiler.
Zira bu yeni ekonomik düzenin emrettiği yazılmamış yasaları moda olarak algıladılar. Hayat biçimi olarak değil!
Halbuki bu işin modayla ilgisi yok. Ya değişeceksin ya da yok olacaksın. Nitekim iş devrimlerinin çok sık yaşandığı eski yüzyılda, bir zamanların anlı şanlı pek çok şirketinin bugün ekonomik haritadan silinmesine de bu ayak uyduramama basiretsizliği yol açtı.
Basiretsizlik diyorum zira; kendisine emanet edilen kaynak, ülke toprağı, havası, suyu ve insanlarla birlikte, gelecekte varolmanın tek şartı, orta ve uzun soluklu stratejileri, bir amaç etrafında oluşturmaktan geçiyor.
Kiminin amacı var stratejisi yok.
Kimin stratejisi var amacı yok.
Çoğunun zaten bütün bu olup bitenden haberi yok.
Ve değişen rekabet koşullarının yarattığı tsunami etkisiyle, kısa sürede tarih sahnesinden çekilip gidiyorlar.
Tıpkı çağını iyi okuyamayan uluslar gibi.
Türkiye, KOBİ’leriyle, krizleriyle, dinamizmiyle böyle bir tarihin laboratuarı gibi.
Ancak kimin kobay olup kimin kazanan olacağına da ekonomik akıl karar veriyor.