Mutluluğu Ararken
Pek çoğumuz mutluluğa giden yolun daha fazlasına sahip olmaktan geçtiğini düşünüyoruz. Daha fazla iktidar, daha yüksek mevkiler, daha çok para ve mal, daha fazla alkış. Yeterince iyi olmadığımız duygusunu, daha fazlasına sahip olarak ve böylece toplumsal hiyerarşi basamaklarında yükselerek giderebileceğimize inanıyoruz.
Toplumsal statü denen o kaygan zeminde ne kadar yukarılara tırmanırsak tırmanalım bizden daha yukarılarda birilerinin olduğunu görmek canımızı acıtıyor. Başka insanlara tepeden bakmak hoşumuza gitse de bunun mutluluğu yakalamakta bize sağlam bir araç sunmadığını bizzat yaşa**** öğreniyoruz. Mutluluk büyük ölçüde beklentilere dayalıdır.
Eğer beklentileriniz şişmişse mutsuz olmanız kaçınılmaz demektir. Zenginlik de insanın beklentilerini şişiren bir durum, sıradan insanları mutlu etmeye yeten pek çok tat, varlıklı insanlarda en ufak bir sevinç kıpırtısına yol açmayabilir. Mutlu insanlar beklentilerini kısıtlamayı bilen ve statü simgelerini satın almaya yanaşmayan insanlardır.
Kendilerini güvensiz hisseden insanlar içlerine bakamaz ve gerçek korkularıyla yüzleşemezler, bu zayıflık da onları maddi statülerle teselli bulmaya yöneltir. Oysa kimse bir bütün olarak kendisini güvenlikte hissedemez, hepimiz çok incinebilir varlıklarız, hayat da çok belirsiz.
Hangi sokağı dönünce karşımıza ne çıkacağını, bir tesadüfün hayatımızda neleri değiştirebileceğini bilmiyoruz. Hepimiz yaşlanıyor, hasta oluyor, sevdiğimiz insanları kaybediyor ve ölüyoruz. Tuhaf bir biçimde dünyevî iktidarlarını sağlamlaştıran insanların kendi hayatları üzerindeki denetimleri giderek kayboluyor.
Yerine getirmeleri gereken çok sayıda sorumluluk ve memnun etmeleri gereken çok sayıda kişi oluyor artık hayatlarında, çok sayıda ittifak ve çok sayıda da düşmanları oluyor. Hayat bütünüyle zapt edilemeyen bir şey, insan bunu teslim etmekle mutluluğa bir adım atabilir, o ele avuca sığmaz, önden kestirilemez, bütün güzelliği de buradadır zaten.
Onu güç sahibi olarak dizginlemeye çalışmak beyhude bir çaba, onu ehlileştiremezsiniz, sadece onun coşku ve çağıltısına katılabilir, siz de kendi ezgilerinizi ona katabilirsiniz. Korkudan kaçmanın onlarca yolu vardır. Oysa sadece sevgi korkudan güçlüdür.
Hepimizin yaşadıklarımızdan öğreneceği bir şeyler var. Hayata umutla bakmak, yaşadığımız her bir şeyi boşuna yaşamadığımızı bilmekle olur, yaşadığımız olay bize ne ölçüde acı verdiyse bize verdiği ders o kadar derin olmuştur. Hayatın bilgeliği bazen ağır darbelerle gelir, yediğiniz yumruklar size yaşama sanatını öğretir. Yine de insan, ıstıraplarının toplamından daha fazlasıdır.
Kimi insanlar kendilerini bir nefret zindanına kilitlerler, her şeyden ve herkesten nefret ederler. En çok da kendilerinden. Bugünün Türkiyesinde genç insanlar arasında ne kadar da çoktur onlar, nasıl da kalabalık bir hiziptirler! Her biri bir Dostoyevski romanından fırlamış gibidir, onun kahramanları kadar kadar nihilist ama o kahramanların aksine, felsefi derinlikten bir o kadar nasipsiz.
Adeta o kahramanlarla Amerikan dizi karakterlerinin bir melezidirler. Nefretlerin en tahripkârı kişinin kendisine karşı duyduğu nefrettir ve başarıya tapınan modern toplumda bu neredeyse bir salgın boyutundadır. Kendinden nefret eden insanlar sevilmemekten ölesiye korkarlar, sevilmek için ‘yeterince iyi’ olmadıklarını düşünürler.
Kimi bedenini acıtır, kimi ağır çekim ölümlere meyleder, kimi kestirmeden giderek kendi canına kıyar. Kimileri de bağırıp susarak, meydan okuyup sinerek, küfredip kaçarak yaşamayı, ‘hiç yaşamıyor gibi’ yaşamayı seçerler. Bu ‘kurban kültü’ ümitsizliğin zehirli meyvelerini yaşadığımız ülkenin çocuklarına da yediriyor artık. ‘Ben bir kurbanım’ diyor genç insan, ‘daha fazlasını hak ediyordum’.
Suçlanacak bir yer, bir aile, bir ülke, bir toplum mutlaka vardır. Oysa biliyoruz ki hayat acıtır, acıtmıyorsa hayat değildir. Bu acıyla sarıp sarmalanır, sürekli onu yeniden yaşar, gelecekten korkar ve geçmişe yazıklanırsan kendini kurbanlaştırmış olursun. Başkaları seni incitir ama ancak sen kendini kurbanlaştırırsın. Ve eğer kendi kurbanlığından zevk almaya başlarsan bütün hayatını bunun üzerine kurarsın.
İnsanın terini, emeğini, varoluşunu katmadığı, kendi ruhuyla yoğurmadığı bir hayat ona bir anlam ve yön duygusu veremez. İnsan ruh sağlığının temelinde yatan şeylerden birisi, seçim yapabilmektir. Hayat zalim olabilir ama önümüzde seçim yapabileceğimiz fırsatlar varsa her zaman umut da var demektir.
Umut insana bağışlanmış en büyük armağandır, her şey yıkılıp gitse bile, umut varsa insan vardır.
(6/1/2006)
________________________________________