Çin ve Hindistan arasındaki gerginlikler gerçektir ancak bunlar sonuçta saçma hale gelecektir. Buna inanmak için iyi nedenler söz konusu: Biri tarihsel, biri ekonomik ve biri de stratejik.
Birincisi, Çin ve Hindistan’ın sınırları modern zamanlarda çizilmiştir, ancak 1962’deki çelişkiyi getiren 2000 yıl boyunca bu iki ülke güçlü ekonomik, dinsel ve kültürel bağlara sahipti. İ.Ö. ikinci yüzyıldan itibaren İpek Yolu’nun (karadan ve denizden birbirine bağlı bir dizi antik ticari rotalar) güney kolu Çin ’deki Xi’an ve Hindistan’daki Pataliputra şehirlerini birbirine bağlıyordu. Çinlilerin verdiği adıyla Çay ve At Yolu’ndaki ticaret, Çin ve Hint uygarlıklarının gelişmesinde bariz bir faktör oluşturuyordu. Bu açıdan bakıldığında Çin-Hint sınırının yeniden açılması değil, kapanması anormal görünmektedir.
İki modern ülke, 1947’de Hindistan ve 1949’da Çin doğduğunda da fazlasıyla iyi niyet söz konusuydu. 1930’larda Hindistan’ın gelecekteki başbakanı Jawharlal Nehru sık sık Hindistan’ın, yabancı boyunduruğu altındaki Asyalı dostlarının mücadelesini nasıl desteklediğini yazıyordu. Nehru, Çin’in özgürlüğünü desteklemek için yürüyüşler örgütledi, Japon mallarının boykot edilmesi eylemini gerçekleştirdi ve 1937’de Çinlilere yardım için bir sağlık misyonu yolladı. Hindistan, Burma’dan sonra 1950 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıyan, ikinci komünist olmayan ülkeydi. Bundan 5 yıl sonra Hindistan, Çin’in, Bandung Konferansı’na katılması fikrini destekledi, bu oluşum daha sonra, ne Birleşmiş Devletleri ne de Sovyetler Birliği’ni destekleyen gelişmekte olan ülkelerin bir ittifakı olan, Bağımsızlar Hareketi’ne dönüştü. Çarpıcı gelişmelerin yaşandığı o yıllarda Hindistan’da sık duyulan sloganlardan birisi de Hindi Chini Bhai Bhai ("Hintliler ve Çinliler Kardeştir") idi. Slogan daha sonra unutuldu. Çin Devlet Başkanı Wen Jiabao, 2006’da Delhi’deki Hint Teknoloji Enstitüsü’nü ziyaretinde bu sloganı tekrar kullandı.
İkincisi, ekonomistler bize iki komşunun diğer herhangi iki ülkeden çok daha fazla ticaret yapma eğiliminde olduğunu söylüyor. Çin ve Hindistan arasındaki ticareti teşvik etmek üzere oluşturulan resmi bir komite, karşılıklı ticaretin 2010 itibarıyla 50 milyar dolara ulaşabileceğini öngörüyor. İki ülke arasındaki ticaretin ne kadar olması gerektiğine dair çekim (gravity) modelleri kullanan ekonomistlere göre, resmi rakamlar, potansiyeli eksik hesaplıyor. Bu modeller karşılıklı ticaret potansiyelini ulusların büyüklüğünün, aralarındaki fiziksel mesafenin ve aynı dili konuşup konuşmadıkları, sömürge ci bir geçmişe sahip olup olmadıkları, serbest ticaret bölgesi üyesi olup olmadıkları gibi faktörlerin bir fonksiyonu olarak hesaplamaktadır. Bugün Çin-Hint ticareti, bu modellere göre olması gerekenden yüzde 40 daha azdır. Üstelik Çin-Hint ticareti, Çin’in ABD ve Avrupa ile ticaretinden çok daha dengelidir. Bu ülkelerin büyük ticaret açıkları politik sürtüşmelere neden olmaktadır.
Üçüncüsü, birbirleriyle ilişkileri kesildikten sonra Çin ve Hindistan kendi ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olarak evrimleşti, böylece de aralarındaki rekabet ilişkisi azaldı. Çin’in iyi olduğu bir konuda Hindistan iyi değilken bunun tersi de doğru. Çin 1978’de kökten reformlar başlattı ve bu tarihten itibaren tedrici olarak açıldı. Hindistan’daki reformları 1991’de ödemeler dengesinde yaşanan bir kriz zorladı ancak politik faktörler nedeniyle liberalleşme süreci yavaşladı ve dağıldı. Çin, girişimciliği yol açmak için yukarıdan aşağıya bir yetki tarzı kullanıyor. Aslında birçok durumda girişimci, hükümetin kendisi. Hindistan ise özel sektörün öncülüğünü yaptığı bir girişimcilik süreci yaşıyor ve hükümet bu süreçte yetersiz kalıyor. Çin, sabit yatırımları kontrol altında tutmaya çalışırken, Hindistan sermaye kıtlığı sorunu yaşıyor. Çin iktidar yapısına zarar vermeyen yabancı yatırımcıları memnuniyetle karşılıyor. Hindistan yabancılara sıcak bakmıyor ve yerli sermayeyi şımartıyor. Çin’de sermaye piyasası neredeyse hiç yok, Hindistan’ın sermaye piyasası ise yeni ortaya çıkan pazarlar arasında en iyilerden Yin ve yang eşlemesine Çin ve Hindistan kadar uygun düşen başka iki ülke yoktur.
Sonuç olarak; Çin ve Hindistan’da filizlenen şirket türleri birbirinden çok farklı. HBS’li meslektaşım Krishna Palepu’yla birlikte eski bir HBR makalesinde ("Yeni Ortaya Çıkan Devler: Gelişmekte Olan Ülkelerde Dünya Klasında Şirketler İnşa Etmek", Ekim 2006) ele aldığımız gibi, şirketler genellikle kendi ülkelerindeki kurumsal yapının yansımalarını temsil etmektedir. Entelektüel mülkiyet haklarının yeni korunmaya başladığı ve ifade özgürlüğünün bazı şekillerinin hala sınırlı olduğu Çin’de, yatırımcılar yaratıcılık yeteneklerini fazla zorlamıyor. Bunun yerine, üstün altyapıdan faydalanan imalat tesisleri kurmak onlara daha anlamlı geliyor. Hindistan’da ise ulaşım ağına ve istikrarlı enerjiye ihtiyaç duyan şirketler güçlük yaşıyor. Bunun tersine, teknik olarak iyi eğitimli, İngilizce konuşan üniversite mezunlarını eğiten ve istihdam eden şirketler öne çıkıyor. Hem Çin hem Hindistan bir girişimcilik patlaması yaşıyor. Ama bunu dünyanın sandığından çok daha ileri bir düzeyde, şirketlerini birbirlerini tamamlayıcı olarak geliştirmek suretiyle yapıyorlar.